Komodor Perry'nin Yokuhama'da EmperyalKomiser ile buluşması (1853) | Komodor Matthew C. Perry 8 Temmuz 1853 günü iki fırkateyn ve iki destek gemisinden oluşan filosu ile Tokyo Körfezine demirlediğinde, Japonya henüz Orta Çağı yaşamaktaydı. Amerika anakarasını bir okyanustan öbürüne bağlayan demiryolları sayesinde, giderek daha büyük sayılarda ABD vatandaşı ekmeğini Pasifik Okyanusunun sahilinde aramaya koşmuş ve ABD’de bu okyanusa duyulan ekonomik ilgi artmaya başlamıştı. Komodor Perry de Tokyo Körfezini, Başkan Millard Fillmore’un Japonya'nın sınırlı şekilde ABD ile ticarete açılmasına ilişkin emirleri nedeni ile ziyaret ediyordu. Japonlar pek de misafirperver davranmadılar. Başkanın Mikado’ya gönderdiği mektubun İmparatora sunulması için bile, modern tüfekler ile teçhiz edilmiş 250 kadar ABD |
Japonlar bin yıldır kendilerini mahkum ettikleri inzivadan çabuk çıktılar. İmparator Meiji 1868 yılında “şogun”ların direncini kırarak, onlara merkezi idarenin gücünü kabul ettirdi. Japonlar bu olayı izleyen yıllarda, geleneklerinden fazla bir taviz vermeksizin batı uygarlığının gereklerini benimsediler ve çağı yakaladılar. 1889 yılında yapılan anayasal reformlar da, Japon devletinin gelişimine yeni bir ivme kazandırdı. Artık Japonlar da batılı “Düvel-i Muazzama” kulübüne kabul edilmek, güneşin altında kendilerine yakışan bir konum edinmek istiyorlardı. O yıllar sömürgeciliğin azgın yıllarıydı. Japonlar da üyeliğe ne denli yaraştıklarını göstermek için 1895 yılında, diğer uygar ve güçlü Avrupalıların yaptığı gibi, Çin’e saldırdılar. En modern gemilerden oluşan ve İngiliz bahriyelileri tarafından eğitilen Japon donanması ile, Alman uzmanlar tarafından eğitilerek, modern silahlarla teçhiz edilmiş Japon ordusu karşısında, sömürgeleştirilmiş, çağın gerisine düşmüş, zavallı Çin’in yapabileceği fazla bir şey yoktu. Kısa süren savaşın ganimeti Kore yarımadası oldu.
Gel gelelim uygar, hıristiyan ve beyaz Avrupa’nın hoşgörüsü, henüz sarı derili, şintoist Asyalıların kulübe girmesine göz yumacak kadar engin bir düzeye ulaşmamıştı. Bizans’ın mirasçısı Romanov hanedanının arka bahçesindeki Kore, kendilerini Avrupalıların düzeyinde gören bu haddini bilmez “miyop, sarı maymunlara” mı bırakılacaktı? Çar Nikolay maymun terbiyeciliğine soyunmaya karar verdi. Lakin evdeki hesap çarşıya uymadı ve neticede sirkin alevli çemberinden atlamak zorunda kalan Nikolay oldu. 1904 – 1905 Rus-Japon Savaşı sırasında Rus kuvvetleri Mançurya’da ağır zayiata uğratılmış, Port Arthur limanında üslenmiş bulunan ve Japon donanmasının ablukasından kurtulamayan Rus Pasifik Filosu, limandan çıkamadan batırılmıştı. Koramiral Rojestvenski komutasındaki Baltık Filosu da 18,000 deniz millik bir yolculuktan sonra, Tsuşima Boğazında Amiral Togo tarafından imha edilince, acı gerçek kabul edildi.
1918’den sonra... dünya eski dünya değildi
1890’lardan beri Alman İmparatoru Wilhelm II’in kurmakta olduğu ve “Hoch See Flotte” adını verdiği Açık Deniz Filosundan fazlası ile rahatsız olan Büyük Britanya, hemen Japonya ile anlaşma yoluna gitti. Japonlar İngiltere’nin Pasifikteki çıkarlarının bekçiliğini yaparak denizlerin hakiminin dostluğunu ve desteğini kazanacak, gereğinde Britanya’dan yardım alabileceklerdi. Buna karşılık İngiliz Amirallik Dairesi de Pasifik Okyanusu ile doğu ve güneydoğu Asya’da üslenmiş olan gemilerini gerçek tehlikenin olduğu yere, Kuzey Denizi’ne çekip, Almanlara karşı elini güçlendiriyordu. Bu iki taraf için de yararlı ve başarılı bir anlaşma oldu. 1’nci Dünya Savaşında Japonlar Almanya’ya savaş ilan ederek, Pasifik Okyanusunun kıyısına köşesine kazara sıkışmış Alman gemilerinin izlenme ve imha edilmesinde yardımcı oldular. Bu hizmetin karşılığında da Pasifikteki Alman sömürgelerine el koydular.
Ama 1918 yılının 11’nci ayının 11’nci günü, saat 11:00’de silahlar sustuğunda, dünya artık eski dünya değildi. İnsanlar maneviyatlarını, devlet hazineleri de altın stoklarını yitirmişlerdi. Kimse yeni savaş gemilerinin yapımı için donanma cemiyetlerine bağış yapmıyordu. Tam tersine, ordular terhis ediliyor, donanmalar küçültülüyordu. Deniz kuvvetlerinde sınırlamaya gidilmesini öngören girişimlerden biri de, 1922 yılında imzalanan Washington Antlaşması ile sonuçlanan konferanstı. Kendini - haklı olarak - birinci sınıf bir deniz gücü olarak gören ve galipler safında yer alan Japonya da bu konferansa katılanlar arasındaydı. İmzalanan antlaşmada saff-ı harp gemilerinin 35,000 tonla sınırlanması gibi genel hükümlerin yanı sıra, Japonları şaşırtan ve çok üzen bir hüküm daha yer alıyordu. ABD, İngiliz ve Japon saff-ı harp gemilerinin yek diğerine oranı 5-5-3 olarak saptanmıştı. Buna ilaveten Japonlar, tamamlanmak üzere olan modern bir savaş gemisini 35,000 ton sınırının üzerinde olduğu için sökmek zorunda kalıyorlardı. | İmparator Meiji (1852-1912) |
Japon milliyetçileri yükselişte
Washington Antlaşmasının yarattığı hayal kırıklığı Tokyo’daki ultra milliyetçilerin elini güçlendirmişti. Batılıların iyi niyetine güvenmek, aldatılmak ve kullanılmaktan başka bir şeye yaramıyordu. Ama nüfusunu doyuracak tarımsal üretime, endüstrisini ateşleyecek kömür ve demir kaynaklarına ve ordu ve donanmasının hareket kabiliyeti için gereksinim duyduğu petrol rezervlerine sahip olmayan bir ülke büyüklüğünü nasıl sağlayabilirdi? Bütün bu gereksinimlerini ticaret yolu ile karşılamaya kalkarsa, her uluslararası krizde bu kaynakları ellerinde tutan batılı güçlerin, -Washington’da olduğu gibi- şantajlarına boyun eğmek zorunda kalmayacak mıydı? Ulusal güvenliğin ve saygınlığın sağlanması için bu kaynakların zorla ele geçirilmesi dışında bir çözüm var mıydı?
Japonya’nın egemen güçleri çıkış yolları aramaya başladılar. 1929 ekonomik krizi sivil yöneticilerin kanatlarını kırptığından, bu güçler arasında en önemlileri kuşkusuz ultra milliyetçi deniz ve kara kuvvetleriydi. Ancak Japon hiyerarşisinin yapısı nedeni ile bu iki kuvvet komutanının ilk amiri, devletin işlerinin yürütülmesinde önemli işlevsel bir katkısı olmayan, yarı ilah konumundaki Mikado idi. Komutanlar da işbirliği yapmaktansa, öncelikle kendi kuvvetlerinin çıkarlarını kovalamayı tercih ettiklerinden, Japonya tek bir elden yürütülen ve bunun yarattığı sinerjiden güçlenen bir temel stratejik plandan yoksun kalıyordu.
Japon Kara Kuvvetlerinin Kwantung ordusu olarak bilinen önemli bir kısmı, 1904 Rus–Japon Savaşından beri Mançurya’daydı. Japonlar 1928 yılında yarattıkları bir sınır anlaşmazlığını takiben Çin topraklarına girmişler ve Çin’le savaşa tutuşmuşlardı. Ordu liderleri Çin’in bir Japon sömürgesi haline getirilmesi ile gereksinim duydukları kaynakları sağlayabileceklerini düşünüyor, bu arada başka maceralara girmek istemiyorlardı. Deniz Kuvvetlerinin ise savaş gemilerini inşa etmek için gereksinim duyduğu bütün madenler ve o gemileri yürütecek petrol, Güneydoğu Asya’da bulunan İngiliz, Fransız ve Hollanda sömürgelerindeydi. Amirallere göre, Japonyanın birinci sınıf bir askeri güç olmasının garantisi Güneydoğu Asya idi.
Japonya’nın Çin macerası ve Güneydoğu Asya’ya ağzı sulanarak bakışı, başından beri Çin’de “açık kapı” diye adlandırılabilecek bir ekonomik politikanın savunucusu olan ABD’yi ve Başkan Franklin D. Roosevelt’i fena halde rahatsız ediyordu. Japonların hedeflerini sezen Roosevelt, bu hedeflerin gerçekleşmesini ve bu arada Çin’in “açık ekonomik kapısının” Japonlar tarafından kapatılmasını önlemek için Japonlarla ilişkilerini geriyor, onları ekonomik şantaj ve ambargolarla yola getirmeye gayret ediyordu.
Sömürgeler sahipsiz kalınca
Avrupa’da 1939 Eylülünde başlayan savaş, 1940 Mayısında Alman ordularının batıya, Fransa’ya doğru saldırması ile yeni bir evreye girdi. Haziran başında sömürgecilerden Hollanda ve Fransa’nın önemli bölümleri işgal edilmiş ve bu iki ülke savaşın dışına itilmişlerdi. İngiltere ise bütün gücü ile bir hayat memat savaşı vermekteydi. Uzun lafın kısası, Japonya’nın hanidir iç geçirip, göz koyduğu o zengin sömürgeler sahipsiz kalmışlardı. Ama çorbadaki sinek, ABD’nin Pasifikteki askeri varlığı ve Japonya’ya karşı uygulamakta olduğu tavizsiz politikaydı. ABD sorunu nasıl çözülecekti?
Yamamoto İsoroku (1884-1943) | İşte bu kertede karşımıza Donanma Komutanı Büyük Amiral Yamamoto İsoroku çıkıyor. Yamamoto 1884’te Nagaoka’da dünyaya gelmiş, 1904’te Deniz Harp Okulundan mezun olur olmaz kendini Rus–Japon Savaşının içinde bulmuş ve Tsuşima deniz savaşında ağır yaralanmıştı. Çeşitli görevlerle uzun yıllar ABD ve İngiltere’de görev yapan Yamamoto, 1924 yılında bahriye havacılığına merak salarak, bu konuda Japonya’nın en önde gelen uzmanı olmuştu. Şans oyunlarına meraklı ve bu konuda da bir hayli bilgili, çok iyi bir poker oyuncusuydu.Yamamoto tek ciddi düşmanın ABD olduğunu ve Japonya’nın uzun vadede ABD ile başa çıkacak güce ve kaynaklara sahip olmadığını biliyordu. Ama ABD’ye ağır bir darbe vurulup da ABD kendini toplamaya gayret ederken bu arada kaynaklarına gereksinim duyulan ülkeler ve Pasifikte bir korunma kuşağı oluşturacak takımadalar işgal edilemez miydi? |
Japonya’nın yaratmaya çalıştığı bu “Büyük Doğu Asya Ortak Refah Bölgesi”ne en ciddi tehdit Pearl Harbor’daki Amerikan Pasifik Filosuydu. Bu filo baskın şeklinde gelişecek bir saldırı ile bertaraf edilebilirse, ortaya çıkan güç boşluğunda Japon silahlı kuvvetleri gerekli harekâtı başarıyla tamamlayarak, ABD’nin zor kullanarak kırmakta epey zorlanacağı bir savunma kuşağı oluşturabilirdi. Bu savunma çemberinin kırılması için adadan adaya saldırarak boğuşmak, ABD tarafından can, mal ve zaman açısından çok pahalı bir çözüm olarak değerlendirilebilir ve ABD anlaşma yolunu seçebilirdi. Böyle bir gelişme, Japonya’nın isteklerinin ciddi bir kısmının sağlanmasına neden olacaktı. Bu kazanma olasılığı hayli yüksek olan bir oyundu.
Z Harekâtı - 2403 Amerikalı donanma askeri öldü
Yamamoto’nun saygın kişiliği ve geliştirdiği planı Mikado’nun hoşgörü ile karşılaması, hemen hemen hiçbir konuda anlaşamayan karacı ve denizcileri de bir araya getirdi. Japon Donanması ve donanmaya bağlı hava gücü büyük bir gizlilik örtüsü altında, Japonlara has bir azim ve inatla “Z Harekâtı” kod adı verilen bu projenin gerçekleştirilebilmesi için gerekli çalışmalara başladı. Sonuçları biliyoruz zaten...
7 Aralık 1941 Pazar sabahı Akagi, Kaga, Soryu, Hiryu, Zuikaku ve Şokaku uçak gemilerinden havalanan ilki 183, ikincisi ise 170 bombardıman, pike bombardıman ve torpido uçağından oluşan filolar iki dalga halinde Pearl Harbor’da bulunan ABD Pasifik Filosuna ve Oahu Adasında Deniz ve Kara Kuvvetlerine ait diğer tesis ve hava alanlarına müthiş bir baskın yaptılar. Bu saldırı sonunda, Pasifik Filosunun belkemiğini teşkil eden sekiz zırhlı saff-ı harp gemisinden Arizona, Oklahoma, California ve West Virginia demirli oldukları yerde batmışlar; Maryland, Tennessee, Pennsylvania ve Nevada da ciddi şekilde hasar görmüşlerdi. Baskının ardında, Amerikalılar açısından sevindirici sayılabilecek sadece iki husus vardı: Japon pilotlar donanmanın yakıt gereksinimini karşılayan devasa petrol tanklarına saldırmamışlar ve baskın sırasında görevli olarak liman dışında bulunan Enterprise, Lexington ve Saratoga adlı uçak gemileri sağ salim kurtulmuşlardı. ABD yeni deniz taktiklerini bu gemiler etrafında geliştirecekti.
Japonlar Yamamoto’nun planı uyarınca Çin Hindi’ni, Burma’yı, Malaya’yı, Singapur’u, Filipinler’i, Sumatra, Borneo, Java ve Bali Adalarını, Yeni Gine’yi, Mariana, Caroline, Marshall ve Solomon takımadalarını işgal ederken, ya da etmeye çalışırken, Amerikalılar da bu büyük ulusal felaketin nasıl meydana geldiğini anlama çabasındaydılar. ABD ne yapmıştı? Böyle bir tehdidi görmemiş, kulağı üstüne yatıp, hiç hazırlıksız mı yakalanmıştı? Yoksa böyle bir olayın meydana geleceğine ilişkin işaretleri, bir an önce savaşa girebilmek için görmezden mi gelmişti? Durumu bir ölçüde netleştirebilmek ümidi ile 1930’lu yıllarda ABD’nde siyasi ve askeri gücü kullananların beklenti ve hazırlıkları nedir, irdeleyelim:
Daha önceleri Bahriye Bakanlığı görevini de yürütmüş olan Başkan Franklin D. Roosevelt, 1932 seçimlerini kazanıp Beyaz Saraya yerleşince, ABD’nin Çin’le ilgili geleneksel “açık kapı” politikasını devraldı ve savunucusu oldu. Oysa ki bu yıllar Japonların bir taraftan Çin’i sömürgeleştirmek, dolayısı ile bu “açık kapı”yı kendilerinden başka herkese kapatmak, bir taraftan da gerekirse kılıç da şakırdatarak, “Büyük Doğu Asya Ortak Refah Bölgesi”ni yaratmak istedikleri bir dönemdi. 1922 Washington Deniz Antlaşması ve 1931 Londra Deniz Konferansının Japonlar üzerindeki menfi etkileri de hesaba katılırsa, çıkar çatışması kaçınılmaz gözüküyordu. Roosevelt de Japonları bu saldırgan politikalarından vazgeçirmek için gereksinim | Franklin D. Roosevelt,1933-45 yılları arası ABD başkanı |
Roosevelt savaş gerekçesi arıyordu
Avrupa’da patlayan savaş ve Almanların arka arkaya kazandığı zaferler Roosevelt’i paniğe itti. ABD Başkanı bu savaşı demokrasinin hayat memat mücadelesi olarak yorumluyor ve ABD’nin bir an önce Büyük Britanya’nın safında yer almasının gerektiğini düşünüyordu. Ama 1940 bir seçim yılıydı ve seçmenlerinin önemli bir cüzü, yaklaşık yüzyıl önce İngilizlerin acımasızlığı nedeni ile vatanlarının düştüğü kötü durumdan ABD’ye göç ederek kurtulmaya çalışan, ama İngiliz düşmanlığını bir bayrak gibi taşıyan katolik İrlandalılardan oluşmaktaydı. Bu da yetmezmiş gibi, özellikle orta batıdaki eyaletlerdeki seçmenlerin çoğunluğunu da, anavatanlarına yakınlık duyan Alman kökenli Amerikan vatandaşları oluşturuyordu. Bu koşullar çerçevesinde Roosevelt bir yandan tarafsızlık ve ABD’yi savaş dışında tutmak üstüne seçim konuşmaları yaparken, beri taraftan batılı demokrasi geleneğini savunmak üzere, seçmenlerini ürkütmeden ve oy kaybetmeden savaşa girebilmek için iyi bir gerekçe arıyor ve Britanya’ya savaş malzemesi ve kredi sağlamak için elindeki tüm olanakları seferber ediyordu. Bu durumda Roosevelt’e seçmenlerinin itiraz edemeyeceği kadar güçlü ve kesin bir savaş nedeni gerekti.
Diğer taraftan ABD Silahlı Kuvvetleri de Pasifik’teki Japon tehdidine karşı hazır olabilmek için manevralar ve savaş oyunları düzenliyor; istihbarat toplamaya çalışıyorlardı. 1932 ve 1937 yıllarında ABD Deniz Kuvvetlerinin düzenlediği manevra ve savaş oyunlarında, Pasifikte seyretmekte olan bir filonun uçak gemilerinden kalkan uçakların, rahatlıkla Pearl Harbor’daki üs ve tesisleri bombalarıyla imha ederek gemilerine geri dönme olanağına sahip olduğu saptanmıştı. Hatta 1937 yılında alınan sonuçlardan sonra, o dönemdeki Pasifik Filosu komutanı Pearl Harbor’un hava baskınlarına karşı yeterli bir savunma sistemine sahip olmaması nedeni ile Filonun California, San Diego üssüne çekilmesini önermişti. Bu öneri siyasi otorite tarafından, Japonların bu harekâtı bir zaafın itirafı olarak algılayacakları nedeni ile reddedildi.
Bu stratejik çalışmalar yanı sıra gerek Kara, gerekse Deniz Kuvvetleri istihbarat servisleri Japon haberleşme ağını yakından izliyor, Japonların kullandıkları çeşitli şifreleri çözmeye çalışıyorlardı. Amerikalı istihbarat uzmanları bu konuda hatırı sayılır bir ilerleme de sağlamışlardı. Japon Hariciyesinin ve Deniz Kuvvetlerinin kullandığı kodlar, geliştirilen bir şifre makinesi sayesinde çözümlenmişti. Japon Deniz Kuvvetleri, Amerikalıların JN-25 kod adını verdikleri bir kod ile haberleşiyorlardı.
Japon Dışişleri Bakanlığı ise iki ayrı kod kullanmaktaydı. Amerikalı uzmanlar Bakanlığın elçilikleri ile haberleşmekte kullandıkları koda “Purple” (Mor), konsoloslukları ile haberleşirken kullandıkları koda da “Red” (Kızıl) kod adını vermişlerdi. Bu kaynaklardan alınan bilgilere “Magic” (Sihir) kod adı verilmişti. Bu kodların şifre anahtarları düzenli aralıklarla, normal koşullarda genellikle ayda bir, diplomatik gerginliğin arttığı dönemlerde ise biraz daha sık değiştiriliyordu. Her anahtar değişikliği yapılışında yeni anahtarın çözümlenmesi biraz zaman almakla birlikte, biraz gecikmeli de olsa, Amerikalılar Japon haberleşmesini izleyebiliyorlardı.
Amerikalılar bu şifre çözme makinelerinden yedi adet üretmişler, bunların ikisini Kara, ikisini de Deniz Kuvvetlerinin emrine vermişlerdi. Bu makineler Washington’da kullanılmaktaydı. Geri kalan üç cihaz ise, Britanya Başbakanı Churchill’in talebi ve İngilizlerden Alman kodunu çözen bir “Enigma” cihazı koparabilmek ümidi ile İngiltere’ye, Bletchley Park’taki istihbarat üssüne gönderilmişti. ABD’nin Pasifikteki iki büyük üssünde, yani Filipinler’de üslenmiş olan Asya Filosu ve Hawaii Adalarında üslenmiş bulunan Pasifik Filosu komutanlıkları ile bu bölgelerin savunmasından sorumlu kara birliklerinin karargahlarında bu kod çözücü cihazlar yoktu. Başka bir deyişle, olası bir Japon saldırısında ilk çatışmayı yaşayacak bu bölgeler, korunmaları ve baskın şeklinde gelişecek bir saldırıya hazırlıklı olabilmek üzere gerekli ve çok yaşamsal önemi haiz istihbarat için Washington’dan gelecek bilgilere muhtaçtılar. | Almanların efsanevi kripto cihazı Enigma |
Washington’ın baskın olacağı bilgisini gizleyip gizlemediği hâlâ meçhul
Pearl Harbor baskınından önceki birkaç hafta içinde Washington’da zapta geçirilen ve çözümlenen bazı yaşamsal istihbarat bilgilerinin Manila ve Pearl Harbor’daki karargahlara ulaştırılmamış olması, ya da eksik gedik iletilmesi, altmış yıldır yalnız tarihçileri değil, politikacılardan askerlere, savaşta oğullarını yitirmiş ailelerden eski muharip derneklerine dek herkesi meşgul ediyor. Bazı kesimler, gerekli istihbarat akışının gerçekleştirilmemiş olması yanı sıra, Pasifik Filosu Komutanı Amiral Husband E. Kimmel ile Hawaii’deki ordu birliklerinin komutanı Tümgeneral Walter Short’un askeri mahkemeye çıkarak kendilerini aklama gayretlerini, savaş koşullarının nezaketi gerekçesi ile engellemeye çalışan Roosevelt ile kritik ve önemli mevkilerde bulunan bazı asker ve sivil görevlilerin Pearl Harbor baskınından haberdar oldukları suçlamasında bulunuyor. Bazıları da, hiç bir Başkanın Pasifik Filosunun ana savaş birimlerinin tümünün savaş dışı kalması yanı sıra, 2403 Amerikalı askerin ölümüne, 1178 Amerikalının da yaralanmasına neden olan böyle bir faciaya bilerek göz yumamayacağını savunuyor. Beyaz Saray, Deniz ve Kara Kuvvetlerinin konuyla ilgili olarak savaş içinde ve sonrasında yürüttükleri sekiz soruşturmanın hiç biri kritikler tarafından yeteri kadar doyurucu bulunmadı. Kimmel ve Short’un adlarını temizleyebilmek için askeri mahkemeye sevkedilmeleri istemi uzun zaman çeşitli gerekçelerle oyalandı. Nihayet Cumhuriyetçi Partinin zorlaması ile Pearl Harbor faciasının sorumlusunu bulmak üzere kurulan Kongre Ortak Komisyonu da Kimmel ve Short’u aklamakla birlikte, ulusal güvenlik gerekçesi ile, istediği bütün tanıkları dinleyemedi ve bütün belgeleri inceleyemedi.
Burada tartışmalara neden olan mesaj trafiği içinde en önemli gözüken üçünü naklederek, kimin sorumlu olduğu kararını size bırakmakta yarar görüyorum: Japon Dışişleri Bakanlığı 19 Kasım 1941’de “Kızıl” kodunu kullanarak yabancı ülkelerdeki bütün temsilciliklerine gönderdiği bir şifrede, yakın gelecekte bir savaşa girilebileceğini ve bu savaşta düşmanın kim olacağının Tokyo Radyosunun günlük hava raporları içine yerleştirilecek bir şifreyle belirleneceğini, bu şifre alınır alınmaz ilgili bütün önemli evrak ve kayıtların imha edilmesi gerektiğini bildirdi. Hava raporunda “HİGAŞİ NO KAZE AME” yani “rüzgar doğudan, yağmurlu” şifresi ABD ile, “NİŞİ NO KAZE HARE” yani “rüzgar batıdan, hava açık” şifresi Britanya ile, “KİTA NO KAZE | Pasifik Filosu Komutanı Kimmel'e saldırı ihtimaline dair mesajlar ulaştırılmadı |
11 Eylülvari “istihbarat ihmalleri”
Bu koşullar altında savaş kaçınılmaz gibi görünüyordu. Nitekim Aralık ayının ilk günlerinde “doğu rüzgarı, yağmurlu” şifresi hem Kara, hem de Deniz Kuvvetlerinin istihbarat daireleri tarafından alındı. Hatta Batavia’daki ABD Konsolosluğu ile Bandung’da, Hollanda Doğu Hint Adaları Komutanlığında görevli bir ABD irtibat subayı da Washington’a ayrı ayrı mesajlar çekerek, hava durumu şifresini duyduklarını belirttiler. Ama Kongre Ortak Komitesinin oturumlarında Kara Kuvvetleri İstihbarat Dairesi Uzak Doğu Şubesi Müdürü Albay Rufus L. Bratton daha önceki ifadesini reddetti. Deniz Kuvvetleri İstihbaratında görevli olan Binbaşı Alwin D. Kramer ise böyle bir mesajın varlığından haberdar olmadığını beyan etti.
Mesajın varlığını iki kişi sonuna kadar savundu. Bunlardan biri Deniz Kuvvetlerinde şifrelerin çözümü ile uğraşan OP 20-G Şubesinin başında bulunan ve Kramer’in amiri olan Albay Laurance F. Safford, diğeri de şifre arşivinin sorumlusu ve bu mesajı arşivlediğini anımsayan Kıdemli Başçavuş Ralph T. Briggs’di. Safford baskı altına alınamadığı ve hiç bir yakınlığı olmamasına karşın inatla Kimmel’i savunduğu için önce işini, sonra da mesleğini yitirerek, emekliye sevk edildi. Başçavuş Briggs’in Kongre Komitesine ifade vermek istemesine karşın, yeni komutanı gerekli izni vermediğinden ifadesi alınamadı. 1960 yılında arşiv kayıt defteri kendisine gösterildiğinde, Briggs deftere 2 Aralık 1941 gününe ait olan sayfada, 05:00 ila 13:00 saatleri arasında arşivlenen bütün mesajların yok olduğuna ve meşhur “rüzgar” mesajının da bunlar arasında olduğuna dair bir kayıt düşerek imzaladı.
İkinci ilginç mesaj Tokyo’nun Washington’daki özel temsilcisi Amiral Nomura’ya “Mor” kodu ile gönderdiği mesajdır. 14 bölümden oluşan bu mesajın ilk 13 bölümü 6 Aralık 1941 günü alınmış ve OP 20-G’de Binbaşı Kramer tarafından akşama kadar deşifre edilmişti. Mesajın deşifre edilen bölümlerinde, Japon Hükumetinin ABD’nin verdiği yanıttan hiç mutlu olmadığı ve karşılıklı müzakereler yolu ile bir sonuç almaktan ümitlerini kestikleri anlaşılmaktaydı. Ayrıca daha sonra gönderilecek 14’ncü bölümün, öneminden dolayı büyük bir gizlilikle ve üst düzey bir hariciye görevlisi tarafından çözümlenerek daktiloya çekilmesi isteniyordu. Çözümler 6 Aralık akşamı Başkan Roosevelt’e sunulduğunda, Başkan o sırada yanında bulunan Harry Hopkins’e bunun savaş anlamına geldiğini dile getirmişti. Ne ilginçtir ki bu önemli mesajı iletmek için, herkesin diken üstünde oturduğu böyle bir gecede, ne Kara Kuvvetleri Komutanı General George C. Marshall’a, ne de Deniz Kuvvetleri Komutanı Amiral Harold R. Stark’a ulaşılamadı.
Kara Kuvvetleri Komutanı MarshallSadece basireti mi bağlıydı? | Beklenen 14’ncü bölüm 7 Aralık 1941, Pazar sabahı alınmış ve Washington saati ile saat 09:00’a kadar deşifre edilmişti. Uzun lafın kısası, bu mesaj bir savaş ilanıydı ve Nomura’ya verilen talimat mesajın ABD Dışişleri Bakanlığına Washington saati ile tam 13:00’te iletilmesiydi. Mesajı Amiral Stark’a götüren Deniz Kuvvetleri İstihbarat Dairesi Başkanı Amiral Theodore S. Wilkinson, bu saatte Hawaii Adalarında güneşin doğmakta olduğunu hatırlatarak –yani bir baskın olasılığını ima ederek - Kimmel’i uyarmakta yarar olduğunu belirtti. Ama Stark, bunun için Kimmel’in uykusunu bölmeye gerek olmadığını dile getirdi. Kara Kuvvetlerinde ise Albay Bratton bu önemli mesajı vermek için, ata binmeye gittiği söylenen General Marshall’ı kovalamaktaydı. Nihayet saat 11:25’te Marshall’ı yakaladı. |
Karar sizindir!
Üçüncü mesaj grubu ise Tokyonun “Kızıl” kodu kullanarak Hawaii’deki konsolosu Kita’ya gönderdiği mesajlardır. 1941 Kasımında gönderilen bu mesajlarda Pearl Harbor’un bir grid sistemine göre bölünerek her önemli savaş gemisinin bu gridin neresinde yattığının işaretlenmesi yanı sıra, filoya mensup gemilerin limana giriş ve çıkışlarına, günlük rutinlerine, Oahu’da üslenmiş savaş uçakları ve hava alanları ile, buralardaki rutine ilişkin bilgiler istenmekte, adalarda Japon kökenli nüfusun sayısı ve bunların kaçının gerektiği takdirde Japon maksatlarına aktif olarak katkıda bulunabileceği sorgulanmaktadır. Tek başına bu mesajlar dahi, Japonların Pearl Harbor’a ve orada yatmakta olan filoya karşı özel ilgisini ortaya koymaya yetiyor.
İnsan bu denli önemli istihbaratın, Oahu Adasında şifre çözme olanaklarından mahrum olan komutanlara hemen iletileceğini düşünüyor. Ama kazın ayağı öyle değil. Washington’daki makamların 7 Aralık gününden önceki dört ay içinde ne Kimmel’e, ne de Short’a, ne bir “Kızıl” ya da “Mor” çözümü, ne de doyurucu bir istihbarat özeti göndermediği bilinmektedir. Bunun tek istisnası, 27 Kasımda Dışişleri Bakanı Cordell Hull’ın Başkan Roosevelt’in yanıtını Japon elçisi Nomura’ya iletmesinden sonra, Marshall ve Stark’ın emirleri altındaki komutanlara çektikleri uyarı mesajlarıdır. Marshall Filipinler’de MacArthur’a, Hawaii’de Gen. Short’a ve Panama Kanalındaki birliklerin komutanına çektiği | Pearl Harbor, 7 Aralık 1941 sabahı; bu "sürpriz" saldırıdan sonra Amerikan halkı artık savaşa hazırdı. |
Karar sizindir!